Category Archives: Anlatı

“Ben yalnızlığı sensizlik sanmıştım her keresinde”

hasan ali toptaş

18.

Ben yalnızlığı sensizlik sanmıştım her keresinde.

Tenler coğrafyası alışkanlıkla geçiliyordu o vakitler.
Sevişmeler tek başına değildi henüz;
her dudakta bir toplum nefes alıyordu,
her bakış pencereler kadardı
ve her dokunuş dokunuşlardan kopmuş
küçük bir bağıştı;
adı vardı sevişmenin,
mühürlenmiş rengi sonra,
tanrısı,
hep vardı. Okumaya devam et

Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm

 Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm

küçük iskender

“İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir.”

Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, fark etmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,

 

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm. Okumaya devam et

Epikuros

Epikuros

Epikuros, Atina’daki bahçesinde korkulara karşı konuşmalar yapardı. Tanrılardan, ölümden, acıdan ve başarısızlıktan korkmaya karşı konuşmalar.

Okumaya devam et

Hisseli Kıssalar

SİLAHLIM BENİM

Juan Antonio Medina evinde oturmuş televizyon izliyordu.Eduardo Galeano
Reklamlardan, ona göre, asla doğru dürüst bir fikir çıkmazdı, ama hiç de kötü olmayan bir cümleyle açılan bir reklam duydu:
“Sevdalı kadın, güvenli kadındır.”
Takip eden görüntüler küçük revolver ve tabancalar, sustalı bıçaklar, düşmanı yere yıkıp işini bitiren tozlar ve zor zamanlar için bayanın çantasına uygun ebatta başka taşınabilir aletler.
O zaman Juan Antonio yanlış duyduğunu fark etti. Reklam şöyle demişti:
“Silahlı kadın, güvenli kadındır.” Okumaya devam et

Bir tılsımı vardır hayatın

Kopuk kopukBir tılsımı olmalı hayatın. Genç kızların telefon bekleyişlerinde vardır o tılsım. Birbirleriyle fısıl fısıl konuşmalarında:

– Önce elimi tuttu, sonra yavaşça kendisine doğru çekti…

O sırdaşlık. O iki sırdaş arasındaki on altı, on yedi yaş konuşmaları… Hayatın tılsımı tıp tıp tıp attırır yüreklerini; kahkahaları başka türlü, saç taramaları başka türlü; anneyle ortak, babaya söyledikleri yalan başka türlüdür.

***

Ya delikanlıların henüz bir yıllık tiryakiyken, efkarlı içtikleri ilk paket. Bir şey oturmaz içlerinde. Bir kız seviyorlardır. Gerçi kız da seviyordur kendilerini. Ama… Hayatın bir tılsımı vardır o “ama”da… Yüzde yüz kendilerinden geçerek bakarlar gerçekten sevdiklerinin yüzlerine… Öylesine bakarlar ki, bir daha hiç öyle bakamayacaklardır. Okumaya devam et

Devlerin Ölümü

sabahattinaliÇok, çok eski zamanlarda, bundan yüz milyonlarca yıl evvel, dünyamız henüz bilginlerin “ikinci devir” adını verdikleri çağlarda iken, yeryüzünde birtakım kocaman, korkunç devler yaşamakta idi. Bugün bildiğimiz hayvanların çoğu o zamanlar daha ortada yoktu. Okumaya devam et

Muhammed’in Dublörü

Alcakligin-Evrensel-Tarihi-Jorge-Luis-Borges__32928111_0Müslümanların kafasında, Muhammed düşüncesi dinle o kadar sıkı sıkıya bağlantılıdır ki, Hz. İsa onların Cennet’te Muhammed’i kişileştiren biri tarafından yönetilmesini buyurmuştur. Bu temsilci her zaman aynı kişi olmaz. Okumaya devam et

Üçlükler

Birtakım üçlükler yazdın, yaşamın gibi kısacık, yoğun. Bundan kimseye söz etmedin. Karın onları sen öldükten sonra çalışma masanın çekmecesinde buldu.

Édouard Levé

Édouard Levé

Eğrelti otu beni okşar
Isırgan bana batar
Böğürtlen beni yaralar

Kent beni kışkırtır
Ev beni ağırlar
Oda beni dinginleştirir Okumaya devam et

Şeyh Bedrettin Destanı

Şeyh Bedrettin

Şeyh Bedrettin

Simavne Kadısı Oğlu
ŞEYH BEDRETTİN DESTANI

1.

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. Okumaya devam et

Mezuniyet Gecesi

“Gene gelirsiniz. Gene gelirsiniz”.

Karşılıklı bir aldanmanın peşinen mağlup hükmünde vedaya bakan bir cümle: “Gene gelirsiniz”. Mağlup, çünkü araya zaman girdikten sonra bu kente tekrar geldiğinizde. Ne bıraktığınız kent aynı kenttir, ne siz. Ne de biz! Okumaya devam et

AHTAMAR!

Ahtamar

Ahtamar

Işıltılı Van gölü kıyısında
küçük bir kentten
her gece genç bir adam açılırdı suya,
en iyi şekilde saklanarak.

Kayıksız açılırdı suya,
yalnızca kollarıyla
ilerlerdi suda.
Korku nedir bilmeden. Okumaya devam et

Bir Bacağını Kaybeden Kuşun Hikâyesi

Eduardo Galeano

Eduardo Galeano

Artık yavruları yumurtalarını kırmış, başlarını yuvadan uzatarak çığlıklar atıyorlardı. Tenquita onlara yiyecek bulmak için uçtu. Colcgagua’da kıştı ve kar bir ayağını dondurdu. Kuş itiraz etti:

– Neden beni topal bıraktın? Okumaya devam et

Gölde

Sema Kaygusuz

Sema Kaygusuz

Sandaldan kolunu sarkıtmış, kendini gölün okşayışına bırakmıştı. Gözler kapalı. Gözünün içinde gölden yansıyan ışığın kırmızı gölgesi. Bir gülümseyiş ki gamsızlara özgü hem, hem de çok çekmişlere… Kar tanelerini andıran kristal çiçekler vardı bir de. Hani gözünü kısarak güneşe bakınca milyonca çoğalan. Salıncaklanan bir sandalda, doğadan gelen seslerin alçalıp yükselişini dinlerken, çıplak yerlerine küçük fiskeler atıp hızla uzaklaşan bir dolu kanatlı böcek uçuşuyordu havada.

Ama yeterince yalnız değildi sandalda. Küreklere her asılışında “ınnnh” diye bir ses çıkaran gürültülü bir adamdı yanındaki. Gözünü bir açtı ki, adam kan ter içinde. Burun delikleri genişlemiş, alnında güneş yanığı. Bu tekinsiz sessizlikte kadın ile adam tek söz etmeden ilerliyorlardı. Okumaya devam et

Şehir Rehberi

Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması  saçma ya da gülünç mü? Değil! İnsana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu yıkıntı çünkü. Şehirde otomobiller, yollar ve binalar, sonunda bütün sıcaklıkların evrenin ölgün sıcaklığıyla aynı olacağı bir geleceğe doğru son hızla gidiyor, uzanıyor, yükseliyor. Okumaya devam et

Her şey bir at sineğiyle başladı

Müge İplikçi

Müge İplikçi

Bu kentin kuruluş efsanelerinden biri şöyle başlar: “İO isimli bir genç kızla Zeus’un gizli aşkı, kıskanç ve ateşli Hera’nın gazabına uğrar. Zeusça çaresizlikten ve onu korumak adına beyaz bir ineğe dönüştürülen İO, Hera’nın kendisine musallat ettiği bir at sineğinden kurtulmak için kaçar. Olympos’tan aşağı ovalar, dağlar aşar ve derken Trakya’ya ulaşır.” Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (VIII): BEJAN MATUR

Ve bizi bekleyen küçük işaretler
İnsanın dünyaya çizdiği
Yukardan bakınca
Bir saban izi
Tek gözlü bir öküzün biçimlediği
Yalan durmuyor hiç.

Bejan Matur

Nasıl da önemlidir küçük hayatlarımız. Ertesi günümüz ve diğerleri nasıl da planlı, ajandalı, hatırlatmalıdır. Acaba katlanılmazı umabilmek için mi iş ayrıntılarını anımsatırız sürekli kendimize? Oysa çemberin dışına, azıcık yukarsına çıktığında kâinatın sonsuzluğundaki hakikatini anlarsın. Ya da dünya yalanını. Zaten her hakikat, bir yalan ayırdına dayanır. O yalanlardan çok öğrettiler okul sıralarında. Kimisi insanların eski zaman gerçekleriydi üstelik. Hani dünyayı düz tepsi sanırlarmış ya da öküzün üzerinde ilerlediğine inanırlarmış. Depremleri de öküzün sağa sola yalpalanması olarak açıklarlarmış. Ve biz gülerdik. Çünkü hesapta artık doğruyu biliyorduk. Oysa kim bilir daha kaç yalanı çekiyordu öküzler hayatın diğer alanlarında. Onları da okul sıralarından çıkınca öğrenecektik.

Küçük bir işaret işte
Toprağın dünyaya konu olduğu
Küçük bir bahçe.
Yalnız ağaçlar da yok artık
Ormanı çoktan geçtik
Bozkır
Tepelerin deniz isteğini sayıklar gibi
Dalgalanıyor. Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (VII): BİRHAN KESKİN

İlk benim yüzüme rastladınız, en eskiyim buranın.
Karnıyım dünyanın. yeryüzünün ağrısı bendedir.
Kum ve kayaç benim.

Birhan Keskin

Taş dile gelse ilk anımsatacağı zamansızlığıdır. Ezeli ve ebedidir o. He daim var olandır. “İnsan taş olsa çatlar” denilenlere, rızası hiç alınmadan tanık kılınandır. Gık demez, demediği her şeyle daha da hacimlenir. Dillenemeyen tüm acıları toplar içinde. Hani şu insanı “taş kesen” acıları. Minerallerine kadar ayrıştırılsa da taşın çözünürlüğü kimyanın değil, vicdanın konusudur o yüzden. Gözyaşı parçalar bir tek.

Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.
Durmanın ve kalmanın büyük planıyım. Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (VI): İLHAN BERK

Artık uzun tuzlu yollar, güneşler, hep uzun tuzlu yollar, güneşler
Biliyoruz açıkhava okullarında derslere girmiş
‘Tanrıya Ölüm!’ diye yazmıştır karatahtalara
Ve ilk denklerini yapmıştır sürgünlüğün
Kara sürgünlüğün
Ama lambası hep yanık

İlhan Berk

Şair kısmı müfredatını en çok hayat okulu belirler, ders kitaplarının kapandığı yerde açılır hayatın konu başlıkları. Öğrenilenler tepkisini de beraberinde getirir, çünkü ders kitaplarının aksine hayat derslerinin ödevleri saha çalışması ister. Kabullenemediğin şeylerin varlığını inkâr edemeyeceğin noktalara getirir seni hayat. O noktalar aynı zamanda birer kavşaktır, sonunun nereye varacağını durduğun yerden kestiremediğin kavşaklardır hem de. Tam da bu yüzden kendi umut ışığını da yakman gerekir kaçınılmaz zifir karanlığa düştüğünde. Kimsenin mum tutamayacağı dipsizlikler de vardır kısmetinde.

Ve birden emeğin tarihinde en sevdiği renk: Kırmızı
En sevdiği çiçek: Sardunya
Ve en sevdiği söz: ‘Ancak fakir olan iyi şiir yazar.’
Artık çocukları durmadan çocukları okşar
Ve küçük su yollarına iner
(Sokakları dolaşan bir rüzgâr kalır mı der)
Biraz ağaçlar girer şiire Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (V): ECE AYHAN

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Ece Ayhan

Sorulara yanıt vermesi öğretilir aynı rengin aynı şeklin gölge suretlerine dönüşen “aslı gibidir” çocuklarına. Soru sormayı aklına getirmemesi de öğretilir doğası merak olan hayat çıraklarına çünkü esas olan yalan ustaları olmalarıdır mezun olduklarında. Sindirme müfredatı, ders saatleriyle sınırlı kalmaz, teneffüslere de taşar. Önce kahkahaların duyulmazlığıyla başlar ruh ölümleri. Sonra neden sorusunun hiç ama hiç hecelenmeyişiyle. Boşluk gözbebeklerine dolar ve cinayet tamamlanır. Ne sandınız, kansız ölümler de vardır.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (IV): GÜLTEN AKIN

“Rüzgârla ikimiz nece tenhayız”
dedi kraliçe
şekvaya sarılmış tatlı avuntuyla
uzak gibiydi geldiler yeni zamanlar
deli kraliçe nereye kaçabilir?

Gülten Akın

Hiçbir yere kaçamaz deli kraliçe. Adının önündeki sıfat engeldir kaçışlara. Yalnızca vardırmayan yollara çıkabilir olsa olsa, yolculuğun kendisini hayat kılarak. Hem öyle cismen uzaklara gitmesi de gerekmez. Kendini tenhalıkta rüzgârla bir tutana her bir an yolculuktur zaten. Uğursuzluğuna akıl sır erdiremediği yeni zamanlar gelip çattığında, en bildik yanına, deliliğine sığınır kraliçe çaresiz. Kraliçe dediysek öyle tacı tahtı da var sanılmasın. Her mekânın, her zamanın sürgünü devrik bir kraliçedir. Yaşar kendini deliliğinden bilmenin gönül rahatlığında. Dışarıdaki hiçbir yalanı içeri sokmayışının helal konumunda. Günahlarını ve sevaplarını eş değerde sırtlayabilmenin onurunda. Bir de kendini deli rüzgârdan bilebilmenin umudunda…

sesleri gür kocaman pabuçlar taşıyarak
şapkalar, tıraşlar, öfkeler taşıyarak
hep vardır dışarı, onlarındır
biz kullanmadık hiç zaman
eskidik ki kapıları açtılar Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (III): EDİP CANSEVER

Usul usul konuşuyorlar aralarında
Denize bakıyorlar bazen -çatalını gezdiriyor biri tabağında-
Gölgesi bir kış ölüsü
Karşıda yeni budanmış bir ağacın
-Olsa, başlangıçlar sona kalsa-
Kolyesiyle oynuyor kadın -tabağımda soyulmuş elma-

Edip Cansever

Sonsuz izleyicisi olmak hayatın. İnsandan insana akan en olası sıcaklıkların bilinciyle üşümek, bir çatalın çizdiği tabak sesinde. Başlangıçlar sona kalmıyor ne de olsa. Sona kalan donakalıyor ziyade, öğütürken birbirini ha bire. Bir tek doğa yeniler kendini sakınımsız. Ama bir kez üşümeye gör, yok oluşu yansıtır köklü bir ağaç da. Çünkü yaşadığındır gördüğün… Kolyelerden darağacı ipi yaparken kendine, artık çok uzağın olmuş o bildik yabancının önünde, ölürsün.

Saatime bakıyorum sık sık
Kapıyı gözlüyorum arada
Biraz soğuk mu geliyor ne -kapatır mısın-
Sinirli bir kırmızılık suya batıyor
Düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü mü
Görmemişim de yıllarca. Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (II): CEMAL SÜREYA

Sesinde ne var biliyor musun
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için
Üst kata çıkıyorsun

Cemal Süreya

Çünkü bazı günler şehir küçülür; bıktırıcı, köhne bir tiyatro dekorundan ibaret kalır. Yokuşlar kısalır hatta. Bir tek deniz kendi gibidir bu sığlığın ortasında. O yüzdendir yüreği dar olanların vapura atlaması can havliyle. Kendini suya atar gibi bakması o çağıltılı köpürtüye. Hep daha üste çıkması. En üst açık… Bir parça gökyüzünde yâd edilebilecek hatıralar, beklenecek umutlar devşirmesi içinden. Ses diye çıkaramadığı ne varsa salar rüzgârlı boşluğa. İnsanlar sigara içtiğini zanneder. Ama zaten hangi sigara sadece sigaradır ki? Okumaya devam et

Şairlerle Hasbıhal (I): TURGUT UYAR

Sonunda o en diri anlamına varırım
Sonunda ölümün yaşamanın gelip geçmenin
Sonunda yaban denizlerin sürek avlarının
Sonunda

Turgut Uyar

Göz kırpımlık bir andır aymak, içindeki kırk birinci odayı bulmak, o bütün şifrelerin kırıldığı, bütün anlamların en dipteki öze soyunduğu. En çok da aramak için yaşar sanki insan, bulduğundan öte arama ediminin kendisidir, ömür diye geçirdiği. Ve deneyimlerden devşirdiği önceliklerle kendini sil baştan dokur bir zaman. Ana rahmi sonrası kendi kozasından çıktığı, arayışların sonlandığı yer ve andır burası. Mekânsız yer, zamansız andır. Sonsuz bir şimdidir, yerkürenin en merkezidir. Kovulan cennetin, araftaki kapı önüdür. Kapı tıklatılmaz bile, arafta olmak yeterdir.

Kuzuların o doğar doğmaz arayıp yediği
En güzel kuşları tüylendirip uçuran
Bir yere geliyorum boş tenekeler
Kirli sular bulanık sular temiz sular Okumaya devam et

Herkesin istanbul’u Kendine

Fotoğraf: Ara Güler

Gurbetçinin İstanbul’u

Doğduğu yerlerden beraberinde getirdiği bir avuç aitlik duygusu, o yörenin renkleri, kokulu otları, türküleri, takvim yapraklarından görüp hasret giderdiği dağları, bayırları. Ne oralı ne buralı olmanın zamanla kanıksanan burukluğu. Gurbetçinin İstanbul’u en çok anımsayışlar üzerine kurulu kocaman bir yanılsamalar topluluğu: “Bak hanım, şu tepe nasıl da bizim oralara benziyor.” Okumaya devam et

“Yalnızlıklar”dan…

Yalnızlıklar

9

Yalnızlık bir boşluktur
içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır
babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.

Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır. Okumaya devam et

Ne güzel suçluyuz biz hepimiz

Sevgi Soysal

Sana söyleyemediklerimi karıncalara söyleyeceğim, bozkıra, senden benden yalnız.

Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz. Bozkır senden benden yalnız, oysa yaratık dolu, yaşam dolu –ya karıncalar.

Hep oturup cigara içiyoruz yetersiz, konyak içiyoruz yetersiz, en asıl yetersiz biziz, yalnızlığımız en yetersiz –ya bozkır.

Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, en büyük güzelliğim senin bilinmezliğin, duymazlığın –ya en boş damlalar gözlerimizde.

Bak, tozluyuz biz, çok tozluyuz –ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz.

O başka, yapışkan bizimki, yağmurlarla yıkanmaz. Okumaya devam et

Dehlizde Giden Adam

Göçmüş Kediler Bahçesi

Ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adam duruyordu pencerenin ardında. Pencere kapalıydı; camı, su çizikleri içinde. Dışarıdan bakan, adamın yüzünü dalgalı dalgalı görürdü. Adam gözlerini kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Oysa gökyüzünde görülecek hiçbir şey yoktu.

Düpedüz yoktu. Bu ülkeye her gece, her sabah, her akşam yağmur yağardı çünkü. Durgu durak bilmeksizin, hızlanmadan, yavaşlanmadan hele hele hiç dinlenmeden, tel tel, iplik iplik yağmur yağardı. Kurşun rengi şuncacık değişmeyen bir gökyüzünde bakacak ne olsun, görecek ne olsun? Okumaya devam et

“Lağımlaranası ya da Beyoğlu”dan…

Lağımlaranası ya da Beyoğlu

Bir ağırlıktan, bir yükten, bir yüklenmeden önceki insanlar gibiyim. Sırtım ağrımıyor. Başım ağrımıyor. Yatmadan önce ilaç aldım. Ağrı kesildi epey oldu. Bir tek yük var üzerimde, gözkapaklarıma yığılmış dümdüz tahtaların -yumurta tabutu, portakal sandığı tahtası gibi tahtalar geliyor yumulu gözlerimin önüne- ağırlığı. Sanki bu tahtalar üstüste yığılıyor. Canımı sıkmıyor bu ağırlık. Bu tahtalar gözlerimden içeriye doğru uzuyor şimdi. Aklım da bu yükün altında kalıyor. Gene de canım sıkılmıyor. Tahtaların kat kat üstüste yığılı olması yüzünden bu ağırlık beni tedirgin etmiyor, anlıyorum. Sanki, istesem, bu ağırlığı azaltabileceğim; tahtaların en üstünden birkaç katını alıp atabileceğim. Ama istemiyorum. Uykudan başka bir şey değil bu tahtalar, kat kat, üstüste yığılan uyku… Aklım uykunun altında sıkışıyor. Tahtaların rengi değişiyor yavaş yavaş. Portakal sandığının, yumurta tabutunun tahtası, gevrek, san, tatsız tahtası değilmiş bu uyku, yanılmışım. Koyu renkli, sobe, dalgalı, güzel damarlı tahtalar. Ceviz tahtası gibi. Bizim eski evimizdeki, elbise dolabının, yeni evimizdeki eski radyo dolabının tahtaları gibi. Cevizli bir uyku… Okumaya devam et

Borges ile Düşde

Ferit Edgü

Orda, yanıbaşımda oturuyordu. Küçük çalışma odamda. Ben yazı masamın başında; o, eski, bir zamanlar, eşimin Hollandalı büyükbabasının eskittiği deri koltukta.

Elinde, mavi-beyaz Delft porseleni bir fincan vardı. Kımıldamıyordu. Susuyordu.

Arada bir, elindeki fincanı dudaklarına götürüyordu. Fincanın içinde ne vardı, bir şey var mıydı, bilmiyorum. Bir ara, iki yudum arasında, başını bana doğru çevirip, görmeyen gözleri görür gibi şöyle dedi:

Körlerle ilgili öyküler yazıyormuşsunuz, doğru mu bu?

İki öykü yazdım, dedim. Hepsi bu.

Nasıl yazabilirsiniz? dedi. Bu yaşta, hem de körlüğü yaşamadan.

Düşledim, dedim.. Devamı>

Sunu (ya da bir parça matematik)

 

 

Birhan Keskin

 

(Birhan Keskin’in, “Y’ol” adlı kitabında yer alan “Taş Parçaları” şiirinin bulunduğu bölümün başındaki girizgâhı.)

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez “neredeyim” diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime. Her gün karşımda duran fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Devamı>

Kendine Ait Bir Kalem

Kendine Ait Bir Kalem

Virginia Woolf, ‘Kendine Ait Bir Oda’da, Shakespeare’in aynı yetenekte bir kızkardeşi olsaydı ne olurdu sorusunu ortaya atar ve Judith’in intiharla sonuçlanan hüzünlü öyküsünü kurar. Hintli bir yazarın, ilk kitabıyla ‘Booker’ Ödülü’nü aldığını duymuşsunuzdur. Şimdi, bu romana yazınsal düzeyde eşdeğer bir kitabın Türkiye’de, Trabzon’da yazıldığını varsayalım. Hastalıklı, ince bir genç olan Cemal, yaşamını, odasında okuyarak geçirmiş ve bir roman yazmıştı. ‘Madam Bovary’ gibi sayısız klasiğe gönderme yapan 500 yüz sayfalık kitabı, nasılsa İstanbul’da bir yayıncı tarafından kabul edilir, üstelik çok önemli bir ödül -jürideki yazın tutkunu, yaşlı bir yazarın bastırması sonucu- kazanır. Devamı>