“Lağımlaranası ya da Beyoğlu”dan…

Lağımlaranası ya da Beyoğlu

Bir ağırlıktan, bir yükten, bir yüklenmeden önceki insanlar gibiyim. Sırtım ağrımıyor. Başım ağrımıyor. Yatmadan önce ilaç aldım. Ağrı kesildi epey oldu. Bir tek yük var üzerimde, gözkapaklarıma yığılmış dümdüz tahtaların -yumurta tabutu, portakal sandığı tahtası gibi tahtalar geliyor yumulu gözlerimin önüne- ağırlığı. Sanki bu tahtalar üstüste yığılıyor. Canımı sıkmıyor bu ağırlık. Bu tahtalar gözlerimden içeriye doğru uzuyor şimdi. Aklım da bu yükün altında kalıyor. Gene de canım sıkılmıyor. Tahtaların kat kat üstüste yığılı olması yüzünden bu ağırlık beni tedirgin etmiyor, anlıyorum. Sanki, istesem, bu ağırlığı azaltabileceğim; tahtaların en üstünden birkaç katını alıp atabileceğim. Ama istemiyorum. Uykudan başka bir şey değil bu tahtalar, kat kat, üstüste yığılan uyku… Aklım uykunun altında sıkışıyor. Tahtaların rengi değişiyor yavaş yavaş. Portakal sandığının, yumurta tabutunun tahtası, gevrek, san, tatsız tahtası değilmiş bu uyku, yanılmışım. Koyu renkli, sobe, dalgalı, güzel damarlı tahtalar. Ceviz tahtası gibi. Bizim eski evimizdeki, elbise dolabının, yeni evimizdeki eski radyo dolabının tahtaları gibi. Cevizli bir uyku…

Sokak yoktu gerçekte. Evler de pek yoktu. Yalnız köşeler meydana getirir gibi duran uzun, upuzun yapılar vardı. Bir dizi sütunun arasını birleştiren bir sıra kemerin üzerinde duran bir sıra pencereden meydana gelmiş bir ikinci katı olan yapılar. Bomboştu bunlar. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Yapılar belki bomboş değildi ama bir vızıltı bile duyulmuyordu. Hayvan da yoktu, kuş da, böcek de yoktu ortalıkta. Hem yürüyordum, hem yerimde sayıyordum sanki. İlerlediğimi sanıyordum ama yapılar da benimle birlikte ilerliyordu. Aynı köşebaşında duruyor gibiydim. Sonra bir şey daha anladım. Bitki de yoktu burada. Ağaç yok, yeşillik, fundalık yok, çalı, çırpı, diken, sap, tohum yoktu. Akdeniz güneşleri yanıyordu tepemde. Yerler güzel yontulmuş, ayrıtları biribirine iyice bitiştirilmiş taşlarla döşeliydi. Toz yoktu havada, yerde toprak yoktu. Temiz değildi yerler. Kirli olmağı bilemeyeceği için temiz değildi. Sonra birden yapılar durdu, ben ilerledim. Bitkileri hiçbir zaman sevmedim; daha doğrusu, bitkilere bağlanmadım hiç. Yürüyen, ses çıkaran, isteyen, veren, vermeyen varlıklarla yaşadım: Kedilerle. Yalnız hayvanları aradım. Ama şimdi bitkileri de arıyordum sanki. Yeşilliği değil, yapraklığı bile değil; sapın eğrili yahut köşeli şartlı özgürlüğünü… Birden bir ağaç heykeli görürüm diye umutlandım. Yol olmadığı için, yol kıyısında değil ama ortalık bir yerde bir heykel aradım: Bir fanusun altına kapatılmış bir balmumu ağaççık… Taşlar vardı yalnız. Solda, o zamana değin bakmadığım bir yerde de bir sütun duruyordu; kırılmış, kırık yeri dümdüz, cilalı gibi duran bir eski çağ sütunu. Üzerinde bir  şey aradım. Ne aradığımı bilmiyordum ama bir şey bulacağımı sanıyordum. Hiçbir şey yoktu, yerde kımıldayan bir gölge yoktu. Ne kuş gölgesi, ne dal ve bulut gölgesi. Yapıların bile gölgesi yoktu. Sonrasız bir öğle vakti içinde gölgeler -kendi gölgemden anlıyordum- dibe düşüyordu.

BİLGE KARASU
(“Lağımlaranası ya da Beyoğlu”, Metis Yayınları
)

Post a comment or leave a trackback: Trackback URL.

Yorum bırakın