Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lâhza için
Demirleyemez miyiz? Okumaya devam et
-
EnSon
- Sıyrılıp Gelen
- Oğul
- Nora Nare Hoy Nare
- “Babalığın kutlu olsun”
- Biz “Hayır” Diyoruz
- “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”den…
- Hassas Kalp ve Titiz Ahlâki Değer
- Hikâyedeki domuz
- Ölüler Uzar
- “Olağanüstü Bir Gece”den…
- Karanfil Sokağı
- Belki Yine Gelirim
- “Ben yalnızlığı sensizlik sanmıştım her keresinde”
- Leke
- Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir
-
Etiketler
A. Hicri İzgören A. Kadir Abidin Dino Ada Lovelace Adnan Yücel Ahmed Arif Ahmet Altan Ahmet Büke Ahmet Erhan Ahmet Telli Akgün Akova Albert Camus Aldous Huxley Alexandre Dumas Alphonso de Lamartine Amin Maalouf Antoine de Saint-Exupéry Arat Dink Arkadaş Zekai Özger Attila İlhan Aydın Emeç Ayfer Tunç Ayşe Sarısayın Aşık İhsani Barış Bıçakçı Baudelaire Bedri Rahmi Eyüboğlu Behçet Necatigil Bejan Matur Bertolt Brec Bertolt Brecht Bilge Karasu Birhan Keskin Burcu Erbaş Bülent Ecevit Cahit Zarifoğlu Carlo Ginzburg Cem Akaş Cemal Süreya Cesare Pavese Charles Bukowski Charles Dickens Chuck Palahniuk Coleridge Cyrano de Bergerac David Harvey Didem Gülçin Erdem Dostoyevski Ece Ayhan Edgar Allen Poe Edip Cansever Eduardo Galeano Elif Şafak Emile Ajar Ernest Hemingway Ernesto Che Guevara Faruk Duman Felix Mendelssohn Ferit Edgü Fernando Pessoa Franz Kafka Füruğ Ferruhzad Füsun Akatlı Gabriel Garcia Marquez George Orwell George Sand Georges Perec Gökçe Parlakyıldız Gülten Akın Gündüz Vassaf Halil Cibran Hans Christian Andersen Hasan Ali Toptaş Haydar Ergülen Heinrich Böll Heinrich Heine Henry James Henry Miller Hermann Hesse Honore de Balzac Hovhannes Toumanjan Hrant Dink Ingeborg Bachmann Isaac Newton Italo Calvino J.M.Coetzee Jacob Grimm James Joyce Jean-Paul Sartre Jorge Luis Borges Karin Karakaşlı Küçük İskender Latife Tekin Leonardo da Vinci Lord Byron Marcel Proust Margaret Randall Maria Vargas Llosa Melisa Kesmez Metin Altıok Metin Eloğlu Metin Kaygalak Mevlana Celaleddini Rumi Milan Kundera Montaigne Murathan Mungan Murat Uyurkulak Mustafa Ağcakaya Müge İplikçi Mürşit Balabanlılar Mıgırdiç Margosyan Nazan Bekiroğlu Nazım Hikmet Necip Fazıl Kısakürek Neşet Ertaş Nilgün Marmara Nimet Tuna Odisseus Elitis Oliver Heaviside Orhan Duru Orhan Pamuk Orhan Veli Oğuz Atay Paul Auster Paul Celan Paul Eluard Paul Klee Pelin Buzluk Peter Weiss Refik Durbaş Romain Gary Sabahattin Ali Sait Faik Abasıyanık Salvador Dali Sema Kaygusuz Sennur Sezer Sevgi Soysal Sezai Karakoç Sigmund Freud Sine Ergün Stefan Zweig Susan Sontag Talat Sait Halman Tevfik Fikret Tezer Özlü Tolstoy Tomris Uyar Truman Capote Turgut Uyar Ursula K. LeGuin Victor Hugo Virginia Woolf Vladimir Mayakovski William Faulkner Wolfgang Borchert Yalçın Tosun Yusuf Atılgan Yıldırım Türker Çetin Altan Édouard Levé İhsan Oktay Anar İlhan Berk İsmet Özel Şule Gürbüz Şükrü Erbaş -
Açıklama
Blog'ta yer alan öykülerin ve bazı romanların belli bölümlerine ait tam metinlerin yüklenmesinde, birçok öykünün yer aldığı bu kitapların, romanların alınmasını ve tamamının okunmasını sağlamak dışında bir gaye yok. Bu nedenle, kitapların "sırlarına" dair bölümler ve kitaplara adını öyküler (mümkün mertebe) yayınlanmayacak. Özellikle genç öykücülerin yapıtlarına tüm atıflar bu hassasiyeti taşıyor. -
Popüler Yazılar
-
Kategoriler
(Malina romanındaki 'ütopya' üzerine) "Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam." (Ingeborg Bachman, Haziran 1973)
"Biz, tekil kişiler olarak, ruh olarak birer birer yaşarız. Kişi, tek bir kişi olarak. Ortaklık, umut edebileceğimiz en iyi şeydir ve ortaklık çoğu kişi için dokunmak demektir: Elinizin bir başkasının eline dokunuşu, birlikte yapılan iş, birlikte çekilen kızak, birlikte edilen dans, beraber dünyaya getirilen çocuk. Biz sadece tek bir vücuda ve iki ele sahibiz. Bir çember oluşturabiliriz, ama bir çember olamayız." (Ursula K. LeGuin, "Kadınlar Rüyalar Ejderhalar")
"Görünüşe bakılırsa insan hemen her şeye dayanabiliyor. Hiç yapmadığı şeylere bile dayanabiliyor. Bazı şeylerin dayanılmaz olduğu düşüncesine bile... Arkasına bakmamaya bile dayanıyor, bakmanın ya da bakmamanın bir işe yaramayacağını bildiği halde." (William Faulkner, "Ağustos Işığı")
"Evet, Mary-Emma," dedi Sarah hayaller içinde. "Sonra da Bertha, büyükannemin adı. Marry-Emma Bertha Thronwood-Brink. Korkarım o çok isimli çocuklardan biri olacak. Onları üniversitedeki ilk yılımdan bilirdim: ebeveyn kararsızlığı, zorunluluk, genetik gurur, yanlış yere konmuş yaratıcılık ve her türden politikanın ilan panosuna benzeyen tren gibi isimler. ( Loorie Moore, "Boşlukta Bir Kapı")
"Şairlerin ortalığa hâkim olacakları saatler herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Geceyarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar. Yeryüzünün saklı zamanlarını, uykulu zamanlarını kullanırlar. Herkesin ortak kullandığı saatlerde zaman zayıflar, güçsüz düşer. Çünkü paylaştırılmış, bölüştürülmüş, diri tutulmuştur; ışığın ve gölgenin oyunlarından mahrum bırakılmıştır; her şey çok aydınlıktır. Nesnelerin ve hayatın görünüşü çiğdir. Nesneler de gizlenir, esinler de... Kelimelerin yalnızca bir anlamı vardır gündelikte. Oysa, yerkürenin uykulu olduğu saatlerde doğa da, nesneler de kendilerini daha çabuk ele verirler. Zamanın daha som, günün daha zayıf olduğu saatleri kullan yeryüzüyle söyleşmek için. Sözcüklerin ilk günkü anıları en iyi öyle anımsanır, öyle anlaşılır." (Murathan Mungan, "Şairin Romanı")
"Mümtaz hayatının her meselesini onunla münakaşa etmekten hoşlanırdı. Bununla beraber aynı latif ürkeklik, genç kadının mayalarından biri olan o ölçü hissi buraya da giriyordu. Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hürriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu. Mümtaz, ömrünü ve hayatını ona hediye ettikçe, o tıpkı eski ve cömert abbasi halifeleri gibi hepsini birden kabul ediyor, sonra yine ona iade ediyordu. 'Benimdir, fakat sende kalsın...' Halbuki bu latif istiğnanın sahibi hiç bahsetmeden sözünü bile açmadan bütün ömrünü, günleri gibi Mümtaz'a vermişti. Fakat Mümtaz, bu cömertliğin yanı başında, hiçbir kuvvetin, hatta aşkın bile zorlayamayacağı bir iç kalenin, bir istiklal fikrinin hiç olmazsa kendisine sadık kalma, kendi kendisini yalancı çıkartmama arzusunun bulunduğunu seziyordu." (Ahmet Hamdi Tanpınar, "Huzur")
"Günümüzde sevişmeden önce ışığı söndürmenin gülünecek bir davranış olduğunu biliyor ve bu nedenle de yatağın başucundaki küçük lambayı hep yanık bırakıyordu. Oysa Sabina'nın içine girdiği an gözlerini kapıyordu. Tüm bedenini kaplayan zevk, karanlığı gerektiriyordu, o karanlık anı, kusursuz, düşüncesiz, görüntüsüzdü; o karanlık sonsuz, sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı sonsuzdu. (Evet, istediğin sonsuzluksa kapatıver gözlerini!) Ama insan kendi içindeki karanlıkta büyüdükçe, dış çizgileri küçülür, kaybolur. Gözleri kapalı adam, adam enkazıdır. Derken Sabina, Franz'ın görünüşünü gitgide daha sevimsiz bulmaya başladı ve ona bakmaktan kaçınmak üzere o da gözlerini kapadı. Ama onun için, karanlık sonsuzluk demek değildi; onun için, gördüğü şeyle uyuşmamak, gördüğü şeyin olumsuzlanması, görmeyi reddetmekti." (Milan Kundera, "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği")
"Yalnızlık insan kılığında bir karabasandı burada. Bir ses aradı içindeki külü üfürüp ısıtacak. Alnını örtecek bir tutam saç. Üşümüş yerlerinde bir ılık nefes. Yaralarını onaracak bir çift söz sevgiyle boyalı. Onca acıdan sonra anladı ki, ölümde yıkım da umut da umutsuzluk da aşk varsa güzeldi, kolaydı, katlanılırdı." (Şükrü Erbaş, "İnsanın Acısını İnsan Alır")
“Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka, yuvarlanarak, sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını -geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.” (Nilgün Marmara, "Kırmızı bir karabasan")
"Ben işçi sınıfı içinde doğdum. Coşku, hırs ve ülkü denen şeyleri çok genç yaşlarda keşfettim. Bu tutkuları dindirebilmek çocukluk yaşamımın en temel sorunu oldu. Gemilerde tayfalık, limanlarda hamallık yaptım; konserve fabrikalarında, daha başka fabrikalarda ve çamaşırhanelerde çalıştım; ot biçtim, halı temizledim, cam siliciliği yaptım. Ama hiçbir zaman emeğimin tam karşılığını alamadım. Aşırı çalışma beni hasta etti. Ömrüm boyunca gövdemle hayvan gibi çalıştım ve ne denli çok çalıştıysam toplumsal çukurun dibine o denli fazla yaklaştım. Bu çukurdan çıkacağım, ama pazılarımı kullanarak değil. Bundan böyle ölesiye çalışmayacağım. Eğer bir daha ölesiye çalışırsam, gerekenden bir damlasını yaparsam: Allah belamı versin!" (Jack London, "Alın Teri")
"It was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of light, it was the season of darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct the other way - in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good or for evil, in the superlative degree of comparison only." (Charles Dickens, "A Tale of Two Cities / İki Şehrin Hikâyesi")
"Önümde uzayıp giden geçmişimdir. Kendimi ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım, dünyayı ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım, tanrıyı ona farklı gözlerle bakar kılmalıyım. Onu görmezlikten gelerek yapamam bunu ya da küçümseyerek ya da yücelterek ya da yadsıyarak. Onu yaşamımın, kişiliğimin geçirdiği evrimin kaçınılmaz bir parçası olarak kabullenmekle tam yapılabilir bu ancak: Acısını çektiğim her şeyi onaylamamla." (Oscar Wilde, "De Profundis / Derinliklerden")
“...Sorun seçimlerini hep iki kötü arasında yapmak zorunda kalmandaydı ve seçimin ne olursa olsun bir parçanı daha kesiyorlardı. Kesecek bir şey kalmayana dek. İnsanların çoğu yirmi beş yaşında mahvolmuştur. Araba süren, yemek yiyen, çocuk sahibi olan, kendilerine en çok benzeyen başkan adayına oy vermek gibi her şeyi yapılabilecek en kötü şekilde yapan götlerden oluşmuş bir toplum. İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi…” (Charles Bukowski)
“Sanırım kendimizi birçok farklı biçimde kandırabiliriz. İnsanlar, sanki geçmemiz gereken fiziksel, duygusal ya da zihinsel bir eşik varmış gibi bir çocuğu yetişkin yapan şeylerden bahsederler. Ama söylüyorum size ve eğer kendinize karşı dürüst olursanız, bunun doğru olduğunu anlarsınız: bizi yetişkin yapan şey kendimizi kandırma yeteneğimizdir. Bu kadar... Hayatlarımıza bakar ve para ve statü delisi değilmişiz, üniversite yıllarındaki ahlakımızı korumuşmuşuz, şişman değil sağlıklıymışız, yaşlı değil saygıdeğermişiz, saçımızdaki gri teller entelektüel duruyormuş, bilmezse üzülmezmiş, farkına varmazsa yalan sayılmazmış ve arada sırada bir kaçamağı hak ediyormuşuz gibi davranırız. Başka seçeneğim yoktu, kötülük yapmak istememiştim, ne olacağını bilmiyordum, elimde olsa bir daha yapmazdım der; özgürlükçü, açık fikirli, geçimli ve korkusuz olduğumuzu iddia ederiz. Olaylara bahaneler ve gerekçeler bulur, sonra da bunların doğru olduğuna kendimizi ikna ederiz. Elimizden gelenin en iyisini yapıyormuşuz gibi davranırız. Ama herkes kendi yarattığı ölümü yaşar.” (Jess Walter, “Körler Ülkesi”)
“Yatağınıza girdiniz. tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar, battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yana döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu öne eğdiniz, yastığın serin yüzü yanağınızı serinletti: birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız. Hepsini unutacaksınız: sizden üstün olanların acımasız gücünü, söylenmiş o düşüncesizce sözleri, budalalıkları, yetiştiremediğiniz işleri, anlayışsızlığı, ihaneti, haksızlığı, aldırışsızlığı, sizi suçlayanları ve suçlayacak olanları, parasızlığınızı, hızla geçen zamanı, kavuşamadıklarınızı, yalnızlığınızı, utancınızı, yenilgilerinizi, zavallılığınızı, acıklı halinizi, felaketleri, felaketlerin hepsini, hepsini, hepsini birazdan unutacaksınız. unutacağınız için memnunsunuz. bekliyorsunuz...” (Orhan Pamuk, “Kara Kitap”)
"Okuma, bir bakıma, 'gerçek' olmadığını bildiğimiz birtakım kişilerle işlerin, 'gerçekliği' andıran ya da andırmayan bir dünyada, çok değişik bir takım imge dizileri ya da dizgeleri aracılığıyla anlamlandırılması işlemi sürdürülüp giderken (her şeyden önce de sürdürülüp gidebildiği için), o kişilere, o olana bitene, o dünyaya inanabilir, inanır hale gelme sürecidir; o dünyanın olanaklı/olası kılınmasını yaşamaktır..." (Bilge Karasu)
“Açık konuşalım. Cesare Pavese karşına çıksa, seninle konuşsa, seninle dostluk kurmaya kalksa, onu çekilmez bir insan bulmayacağına emin misin? Ona güvenebileceğini, onunla bir aksam çıkıp eğlenmek isteyeceğini sanıyor musun?” (Cesare Pavese, “Yaşama Uğraşı”)
“Tolstoy’un iri cüssesi hâlâ ufku kaplamakta; ama -aynı dağlık ülkelerde, kendisinden uzaklaşıldıkça, en yakınındaki tepenin ardından, o tepenin gizlediği daha yüksek bir tepenin ortaya çıkışı gibi- bazı öncü kişiler daha şimdiden dev Tolstoy’un arkasından, Dostoyevski’nin ortaya çıkıp büyüdüğünü fark ediyorlar. Dostoyevski, işte o yüksek tepenin ardında yarısı saklı duran tepedir, dağ zincirinin sırlarla dolu düğümü; bugün Avrupa’nın susuzluğunu giderebileceği ırmakların en verimli birkaç tanesi kaynaklarını bu tepeden alıyorlar.” (ANDRE GIDE)
"İnsan şehvet bakiri olduğu gibi, dehşet bakiri de olabiliyor. Clichy meydanını terk ettiğimde böyle bir dehşetin var olabileceği nereden gelebilirdi ki aklıma? Savaşın gerçekten içine girmeden önce, insanların o kahraman ve tembel pis ruhunun içinde neler olabileceğini kim öngörebilirdi ki? Artık ateşe doğru, toplu cinayete doğru giden bu kitlesel kaçışın içine sıkışıp kalmıştım... Derinlerden geliyordu bu, olan olmuştu." (Louis Ferdinand Céline, "Gecenin Sonuna Yolculuk")
"Ağustos’un ölümcül sıcağının, tozları seyahat ettiren keskin rüzgarla işbirliği yaptığı o günlerde çürük kokular yayılıyordu etrafa, terk edenlerin terk edemeyen ruhları kokuyordu, boş sokaklarda ölemeyen yarım bırakılmış ruhlar volta atıyor, bu zindandan kurtulacakları yağmurlu günü bekliyorlardı. Bu ruhlardan biri de ihtilal öncesinin güçlü toprak ağalarından biriydi. Bir sürü oğlu vardı, torunları ve bolca toprağı, gayri meşru yollardan kazandığı servetiyle övünüyor ve yönetimin kıyısından ayrılmıyordu. Ama yönetimler en kalleş arkadaştan daha kalleştiler, ilk satacakları en çok gülümsedikleriydi. Kırık aynada deli kahkahaları atan bir cani kadar korkunç olabilirlerdi, güvenip elini uzattığında bedenini ikiye bölebilirlerdi. Bu toprak ağasının 3 oğlu adaletsiz ve acımasız hesaplaşmalar içinde katledildi. 9 yaşında ki bir erkek çocuğu tüm ailesinin ve servetlerinin yıkılışını çıplak gözlerle seyrediyor, boğazına duran taşların ağırlığından ağlayamıyordu bile, vahşetin yırtıcı çığlıkları kulaklarını sağır etmiş, babasının ve iki amcasının öldürülmesini şahit olmuştu, bir daha o gözler asla ama asla eskisi gibi bakamayacaktı hayata. Hiçbir şey kırlarda, ince bir meltem eşliğinde koşmak kadar masum ve acısız olamayacaktı. Masumiyet bir isimdi sadece ve ölüm tek gerçekti artık..." (Juan Rulfo, "Karanlık Ruhun Efendisi")
"Baştan sona uydurma, dersin. Bütün lanet ayrıntılar - dağlar, nehir ve özellikle o zavallı, aptal manda yavrusu. Hiçbiri yaşanmadı. Hiçbiri. Hem yaşandıysa bile, dağlarda yaşanmadı, Batangan Yarımadası’ndaki küçük bir köyde yaşandı ve deli gibi yağmur yağıyordu. Bir gece Stink Harris adında bir tip dilinin üzerinde bir sülükle uyandı. Gerçek bir savaş hikayesi anlatmanın yolu onu tekrar tekrar anlatmaktır. Ve sonunda, tabii ki, gerçek bir savaş hikayesi asla savaşa dair olmaz. Güneş ışığına dairdir. Nehri geçmek, dağlara yürümek ve korktuğun şeyler yapmak zorunda olduğunu bildiğin zaman şafağın nehrin üzerine yayılış biçimine dairdir. Sevgiye ve belleğe dairdir. Hüzne dairdir. Cevap yazmayan kız kardeşlere ve hiçbir zaman dinlemeyen insanlara dairdir gerçek bir savaş hikayesi. (…)Herhangi bir savaş hikâyesinde, özellikle gerçek bir hikâye ise, olanı olmuş gibi görünenden ayırmak zordur. Olmuş gibi görünenin kendi gerçekliği vardır ve o şekilde anlatılması gerekir.Görüş açıları çarpıktır. Bir bubi tuzağı patladığında gözlerini kapayıp başını eğer ve kendi dışına taşarsın. Biri öldüğünde -Curt Lemon’un öldüğü gibi- başını başka tarafa çevirir, ardından bir an için geri bakar, sonra tekrar başta tarafa çevirirsin. Görüntüler karışır; pek çok şeyi kaçırırsın. Daha sonra, birine anlatırken hikâyeyi gerçek kılan, fakat aslında katı ve kesin hakikatin sırf bize göründüğü gibi aktarımından ibaret olan o gerçeküstülük hep vardır. Çok kez gerçek bir savaş hikâyesine inanamazsınız. İnanıyorsanız, kuşkuyla yaklaşın… Bazen, gerçek bir savaş hikâyesini anlatamazsın. Bazen, anlatılamaz. (…)Duruşları dikti genellikle, onurlu. Fakat panikledikleri zamanlar olurdu arada sırada; çığlık attıkları ya da çığlık atmak isteyip atamadıkları; seğirdikleri ve inledikleri ve başlarını örttükleri ve İsa Aşkına dedikleri ve yerde yuvarlandıkları ve körlemesine ateş ettikleri ve sindikleri ve hıçkırdıkları ve gürültünün kesilmesi için yalvardıkları ve sapıttıkları; ölmemeyi umarak kendilerine ve Tanrı’ya ve annelerine ve babalarına tuhaf vaatlerde bulundukları zamanlar. Farklı farklı biçimlerde de olsa, hepsinin başına gelirdi. Daha sonra, ateş kesildiğinde, gözlerini kırpıp başlarını usulca kaldırırlardı. Bedenlerini yoklarlar, utanç hissederler ve bunu hemen gizlerlerdi. Kendilerini ayağa kalkmaya zorlarlardı. Ağırlaştırılmış çekimde, kare kare, dünya eski mantığına bürünürdü - mutlak sessizlik, ardından rüzgâr, ardından güneş, ardından sesler…" (Tim O'Brien, "Taşıdıkları Şeyler")
"Bu uzun aşk serüveni neye yaradı? Bütün eksikliklerimi ortaya çıkardı, beden ve ruh yapımı sınamış, beni yargılamış oldu. 1934'e kadar kendimi neden herkesten uzak tuttuğumu şimdi anlıyorum. aşkın benim için böyle bir kıyım olacağını bilinçaltından seziyormuşum. Hiçbir şey kurtulmuş değil... Vicdanım çöküntü halinde: Mektuplarıma ve içimdeki insan öldürme kışkırtısına bakın. Kişiliğim iyice çarpıldı: Hapiste geçirdiğim zamana bakın. Deham konusundaki hayalim de sönüp gitti: Yazdığım budalaca kitaba ve çevirmen yaradılışıma bakın. Sokaktaki adamın dayanınıklığından bile yoksunum. Otuz yaşımda bir iş sahibi bile değilim. Kurtuluşu kendi dışımdan bekleyecek bir noktaya geldim. işte, hiçbir şey bundan daha belirsiz olamaz. Hâlâ onunla olsaydım, bu savaşı sürdürebilirdim diye düşünüyorum; ama o kendisi bu hayalin gereğine baktı ve benimle alay etti. Dış görünüşüm bile aynı değil. Kötü alışkanlıklarla, tiklerle, korkularla dolu her yanımız. -Biz erkekler, babalar... Hepsi doğru. Ne var ki, baba bile olamadık." (Cesare Pavese, "Yaşama Uğraşı")
"...Oysa aşka ilişkin anılar, hafızanın genel yasalarından bağımsız değildirler; hafızanın kuralları da, alışkanlığın daha genel yasalarına tabidirler. Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir cünkü). İşte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün göz yaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. Günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. Daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası Ulusal Kütüphane'ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkansız olabileceği gibi." (Marcel Proust, "Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde")
Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü?' ya da 'insanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. (Oğuz Atay, "Tehlikeli Oyunlar")
(Yarın orada olacağım. Orada.) Bir yazdan geriye ne kalacak ki? Herkes unutacak birbirini. Alınan adresler hiçbir işe yaramayacak. Arasıra yollarda karşılaşılacak. Ve herkes bu yazı, çürümeye yüz tutmuş anıları konuşacak ayaküstü. Sonra yine yollar. Yine herkes kendi evinin yolunu tutarak akşama karışacak... Her yaz böyle olmuyor mu? Her yaz biz nasılız? Yarın sabah döneceğim. Sevinmeliyim biraz da... Döneceğim.
"Ah, Milena... Denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz. Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir." (Kafka, "Milena'ya Mektuplar")
"When the shadow of the sash appeared on the curtains it was between seven and eight oclock and then i was in time again, hearing the watch. It was grandfather's and when father gave it to me he said i give you the mausoleum of all hope and desire; it's rather excruciating-ly apt that you will use it to gain the reducto absurdum of all human experience which can fit your individual needs no better than it fitted his or his father's. I give it to you not that you may remember time, but that you might forget it now and then for a moment and not spend all your breath trying to conquer it. Because no battle is ever won he said. They are not even fought. The field only reveals to man his own folly and despair, and victory is an illusion of philosophers and fools." (William Faulkner, "The Sound and The Fury")
"Ben yazarken, son derece medeni insanlar üzerimde uçuyor, beni öldürmeye çalışıyorlar. Birey olarak bana düşmanlık beslemiyorlar, ben de onlara. Deyim yerindeyse, sadece 'görevlerini yapıyorlar'. Şüphem yok ki çoğu ince, kurallara saygılı ve özel hayatlarında cinayet işlemeyi akıllarından bile geçirmeyecek insanlar. Diğer yandan, eğer bunlardan biri iyi hesaplanmış bir bomba ile beni parçalara ayırırsa, o en kötü ihtimalle uyuyamayacak. O ülkesine hizmet ediyor ve bunun onu bütün fenalıklardan aklayacak bir gücü var." (George Orwell)
"Kadınlar sevdikleri zaman gerçekte sevdikleri biz değilizdir. Ama bir sabah vakti birini sevmediklerini anlayıverirlerse, işte o bizizdir." (Henry de Montherland)