Anlamayan Kadınlar

Barış Bıçakçı

Barış Bıçakçı

Manav elmaları tarttıktan sonra yıkayıp bize uzatmıştı. Tam mevsimiydi. Sokaklarda dolaşıyorduk. O da bana âşık mı, bilmiyordum.

Elmayı ısırırken ağzı elmanın ardında kayboluyor, burnu belirsizleşiyor, gözleri kalıyordu yalnızca.

Acelesiz, tadını çıkararak yürüyorduk. Ben bazen ellerimi pantolonumun ceplerine sokuyordum, o da sağ eliyle sol dirseğini tutuyordu.

Yerler atkestaneleriyle doluydu, bazılarını düşerken görüyorduk: Dikenli yeşil kabukları patlıyor, parıldayan kahverengi meyve çıkıyordu ortaya. Her şeyde bir sihir vardı.

Erkekler evlerinin önünde otomobillerini yıkıyor, kadınlar kucaklaşıp ayrıldıkları sevdiklerinin arkasından uzun uzun bakıyordu.

Bazen konuşmuyor; insanlara, kedilere, balkonlarında biber kurutulan evlere bakıyorduk. Bazen de bakışlarımızı adımlarımıza sabitleyip sözü birbirimizin ağzından alarak konuşuyorduk. Ona yağmurlu bir günde denize girişimden söz etmiştim. “Yağmur damlaları durgun suyun yüzeyini öyle hoş iğneliyor, hafifçe yukarı sıçrayıp düşen öyle pırıltılı damlacıklar oluşturuyordu ki, Çince bir kitabın satırları arasında hissetmiştim kendimi.” O iç çekmişti. Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. “İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın.” Ağzından salyalar akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte!

“Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum,” demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: “İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?”

Sorusuna karşılık ikimiz de yeniden etrafımıza bakmaya başlamıştık. Balıkçı tezgâhları, buz parçalarının arasında parlayan kırmızı solungaçları göz alan palamutlarla doluydu. Simitçilerin etrafını serçeler, güvercinler sarmıştı. Önlerine kitap defter yığılmış kırtasiyeler ana baba günüydü. Bir kuruyemişçi leblebi kavuruyordu. Akşam güneşi herkesi, her şeyi bir gülümsemeye dönüştürüyordu. Onun ince uzun gölgesini seyrediyordum. Bazen bana çok yakın.

Sokaklarda gördüğümüz çocuklarla şakalaşıyor, avuçlarını leblebiyle dolduruyorduk. “Biriniz kaleye geçin de bir penaltı çekeyim,” demiştim top oynayan çocuklara. Kaleye geçen penaltıyı kurtarınca ne güzel gülmüştü!

İki katlı eski evlerin sıralandığı bir sokak boyunca yürürken, bana bakmış ve “Topa daha hızlı vuracağını sanmıştım,” demişti birden.

Susmuştum.

Caddelerdeki otomobillerin uğultusu duyulmuştu o zaman, fren, klakson sesleri, bağrışmalar, İzmir treninin uzaklardan gelen kalkış düdüğü ve tabii bir de aşkın nakaratı: “Seni bir tek o anlar, seni bir tek o anlar…”

BARIŞ BIÇAKÇI
Baharda Yine Geliriz
İletişim Yayınları

Post a comment or leave a trackback: Trackback URL.

Yorum bırakın